26 Ağustos 2016 Cuma

İnternet aktivistleri neden kimsenin düşüncesini değiştiremiyorlar

Bu sefer bir kaç senedir zevkle takip ettiğim David Cain'in Raptitude isimli bloğundan çok sevdiğim yazılarından birini çevirdim (yazının orjinali için buraya tıklayın). Yazıdaki fikirler yazara aittir ve bu çeviri kendisinden izin alarak yapılmıştır. Buyrunuz:
_________________________

Facebook'ta herhangi bir olay veya farkındalık ile alakalı düzenli olarak kızgın paylaşımlar yapan arkadaşları takip etmeyi sessizce bırakıyorum. Ne kadar önemli olursa olsun "gerçek" tarafından yumruklanmak istemiyorum.

İnsanların bunu neden yaptıklarını anlıyorum. Ben de yaptım. Aşırı avlanma, kötü koşullardaki köpek bakım evleri, normalleştirilmiş cinsiyetçilik, aşıların neleri yapabilip neleri yapamadığı gibi konulardaki cehalet gerçekten tehlikeli olabilir ve bu cehaleti azaltma isteği anlaşılır bir şey.

Bazıları bunu dikkatli ve diplomatik bir şekilde yapabiliyorlar ve ben de bu insanlardan çok şey öğrendim.

Ancak internet eylemcilerinin çoğu, hakaret ve küçümseyiciliğin mesajlarının içine sızmasına izin veriyorlar. Mesele diğerlerinin doğru olmalarına yardım etmek yerine, onların yanlış olduğunu göstermeye dönüşüyor. Bunu görmek için, bir konuda farkındalık oluşturmaya çalışan neredeyse bütün mesajları ziyaret etmeniz yeterli olacaktır. Düşmancalar. İnsanları cahillikleri için suçlamak gayet normal.

Cehalet, eğer gerçekten öyleyse tabi, insanların hakkında adil bir şekilde suçlanabilecekleri bir şey değil ki. Biz neleri kavramayacağımızı, nelerin bize öğretilmeyeceğini, nelerin önemini anlamayacağımızı seçmiyoruz.

Cehalet kendine kördür. Başka birinde bulunan cehaleti ıslah edip düzeltmek istediğinizde, kendinizin de bilemediğiniz şeylerde ve şekillerde cahil olduğunuzu unutmak kolaydır.

Her kim olursanız olun, kabul etmelisiniz ki bilmediğiniz onca şey var ve onları bilmediğinizi de bilmiyorsunuz. Hiçbirimiz cehaletten muaf değiliz. Bu yüzden cehaleti azaltma teşebbüslerimizde başkalarına, suçlanmayı hak eden insanlar olarak bakmaktansa, birlikte öğrendiğimiz ders arkadaşları olarak yaklaşmamız gerekir.

Bir kişinin kendi duruşu ve görüşü için yapabileceği en kötü şey, bunu ahlâkî bir yargı ile paketleyerek dağıtmaktır. Bu, diğer kişinin hemfikir olma özgürlüğünü etkin biçimde bertaraf eder ve davasına kendini adamış bir muarız bile peyda edebilir. Bunu bir çok kişiye birden yapmak ise umumun/kamuoyunun ilgili mesajı alma hassasiyetini azaltır. Doğru bile olsa, bunu başkasına savurarak fırlattığınızda, yapışmaktansa sekecektir.

Öğrenmek, mevcut bir inancı bırakmak demektir ve bir kişi bunu yapabilmek için yeni fikirlere özellikle açık bir vaziyette olmalıdır. Oysa, internet aktivizmi üzerine yapılan girişimlerin çoğu (görünüşte) eğitmek istedikleri insanlar hakkında açık şekilde alaycıdır.

Zihinleri değiştirmek çok hassas bir iştir. Meseleyi (henüz) sizin gibi görmeyen insanlar hakkında aşağılama ve hor görme sergilememek için muazzam itina gösterilmeli ve dikkat edilmelidir.

İnsanları bir kere müdafaa pozisyonuna koyduğunuzda, zihinleri tekrar güvende hissedinceye kadar kapalı kalacaktır. Bir münazara, bir savunma reaksiyonunu tetiklediği anda, o insan için herhangi bir şey öğrenme fırsatı gitmiş demektir – her ne kadar bu çatışma noktası çoğu online "aktivizmin" başladığı yer olsa da.

Bu kritik hassasiyet, cahilce olduğunu düşündüğümüz inançlar hakkındaki düş kırıklığımız yoluyla tehdit altındadır. Evcil kızamık ve boğmaca salgınlarını gördükten sonra, arızalı bilgilerle dolu aşı karşıtı akıma öfkeli olmamak zordur.

Öfke en kolay cevaptır  ve aynı zamanda en yıkıcı olanı. Aşı karşıtı hareketi sizce ne başlattı? Muhtemelen aynı tür bir öfke: "Bize söylenenler yanlış ve çocuklarımızı riske atıyor. İnsanlar uykudan uyanmalı!"

Bir taraf gerçeklere dayalı olarak doğru bile olsa – ki durum her zaman bu değil – karşı tarafa yöneltilmiş daha fazla öfke ile, bu insanların daha azı zihinlerini değiştirmek için güvende hissedecekler. İnsanları köşeye sıkıştırmak ve onları hatalı göstermek sadece direnci, dik başlılığı, kılıf uyduruculuğu ve kötü bir bilimselliğin çığırtkanlığını yapmayı teşvik eder, çünkü o noktada olay sadece duygusal gürültünün bir takası olur.

Bu nevi tartışma, cehaleti zayıflatmada nerdeyse mükemmel derecede kullanışsız bir yaklaşımdır. İnsanların bir şeyi anlamasına yardım etmek (tabi bu tartışmacıların istediği şeyse) kavga etmenin zıddıdır.

Haklı olma hissi bizler için aşırı boyutta çekici bir tepe noktası yaşatan bir uyuşturucu gibidir. Haksız olmak ne kadar berbat hissettiriyorsa, haklı olmak da bir o kadar iyi hissettirir. Ancak bu hisse sahip olup olmayışımızın, eldeki gerçek verilerin bizi sahiden desteklemesi ile pek bir ilgisi yoktur ve işte tam da bu yüzden bu his alışması tehlikeli olan bir uyuşturucudur.

Bir kez haklı olma hissine bağlandığınızda, bu his bizâtihî haklı olmaktan daha önemli hâle gelir. Kendimizi arkadaşlarımızla gereksiz çekişmeler yapar halde bulduğumuz çok olmuştur: Çarpışma (Crash) iyi bir film miydi? Bono (müzisyen) gerçekten kimseye yardım ediyor mu? Bu tartışmalarda diğer kişinin taşı güzelce gediğine koymasını istemediğimizi fark etmiş olabilirsiniz – işin bu kısmını teslim etmek bizi önceki olduğumuzdan daha zekice bir vaziyete koyabilecek olsa bile.

Onun yerine tartıştığımız kişilerin, bizim fikirlerimizin kulağa hoş gelmesini sağlayacak aptalca fikirler beyan etmesini istiyoruz. Herhangi bir şey öğrenmeyi istemekten ziyade onların hatalı olmalarını istiyoruz.

Hatalı olduğunuzda birinin bunu size söylemesini ister miydiniz? Eğer özelden ve anlayışlı şekilde yapılırsa, belki. Bunu yapabilmek yaygın bir yetenek değil. Eğer müdafaa pozisyonuna koymadan, herhangi bir konuda insanlarla nasıl konuşulacağını öğrenmek istiyorsanız, Marshall Rosenberg'in harikulade kitabı Şiddetsiz İletişim başucu kitabınızdır. (Benim naçizane fikrim).

İnsanları hatalı konuma düşürmenin cezbediciliğinden vazgeçmek güçtür. Bu konuda pek başarılı değilim. Bu makaleyi yazarken öfkenin kelimelerimde tekrar tekrar kendini gösterdiğini fark ettim ve bu eğilimin bu yazıdan uzak durması için elimden geleni yaptım. Nihayetinde, buradaki amacım belirli bir tip cehaleti "tedavi etmek"ti.

Oysa ki bu her daim kaygan bir zemindir, zirâ epey kendini beğenmiş bir inanışla başlamak zorundasındır: "Sende olmayan bir hakikate sahibim ve bu hakikati sana vereceğim." Burada hedeflerimi pragmatik tutmaya ve hücûm etme ile paylama dürtüsüne yenik düşmemeye çalıştım. Ama eminim ki bunlara karşı kör olduğum bölümler yine de kendini belli ediyordur.

Elbette haklı olduğumu düşünüyorum ama kendim dahi anlamadığım bir şekilde cehalet içinde olmam mümkün. Bazı insanlar da yorum kısmında böyle söyleyebilirler ve yine onların karşıt görüşlerine boş laf ve ukalalık ile karşı koyma dürtümü devamlı olarak kontrol altında tutmak zorundayım. Eğer yeterince becerikliysem, onlarla hemfikir olmayı samimi olarak dikkate alabilirim.

Şu anda bile şansım varken bunu becerememekten korkuyorum. Beliğ palavracılıkta oldukça iyiyim – ya da en azından denediğimde kendimi tatmin edecek kadar iyiyim. Bu bloğun (kendi bloğu raptitude'u kastediyor) yorum tarihçesi, çoğunlukla sadece insanların benimle ihtilafa düşüş şekilleri sebebiyle onlara sunduğum sözlü ayar vermelerle bezenmiş haldedir. Umuyorum ki bu sefer aleyhimde konuşanlar nazik ve diplomatik olurlar çünkü cömertliğin bu nadir biçimi bana bir şeyler öğrenmek için en olası ve makul şansı verecektir. 

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Numan Ali Han'ın Türkiye'ye Gelişi

Bu yazı uzun olacak. Numan Ali Han'dan*, Bediüzzaman Said Nursi'den, bir parça İslâm'a yolculuğumdan, müslümanların bazı dertlerinden, selefîlikten falan bahsedecek. Yani biraz karışık olacak. Uzun yazılara veya bu isim ve konulardan birine alerjisi olan varsa burada bıraksın. Zîrâ kimsenin vaktini çalmak istemem.

Son günlerde Twitter başta olmak üzere değişik mecralarda, Numan Ali Han'ın Türkiye'ye gelişi ile ilgili haberler dolaşmaya başladı. Ben de kendisini yakından takip eden biri olarak meseleye merakla yaklaştım. Bir çok kişi (ben dahil) memnuniyetlerini belirtip yapılacak etkinliğe nasıl katılabileceklerini soruyorlardı. Çünkü Numan Ali son bir kaç senedir tüm Dünya'da olduğu gibi Türkiye'de de bilinirliği artan bir figürdü. Bununla birlikte konuya temkinli yaklaşanlar da oldu. Buna eyvallah... Ancak bir de bilmediği veya yanlış bildiği halde Numan'ın gelişine önyargılı olarak karşı çıkanlar da oldu. Bu yazının çıkış sebebi, bu karşı çıkışlarda gördüğüm bazı arızaların tespiti üzerine düşündüklerim; konusu ise dediğim gibi düşünce haliçeme denk gelenler karmaşası olacak inşallah.

Şimdi diyebilirsiniz ki herkesin ve her fikrin seveni olduğu gibi karşı çıkanı, ön yargı ile yaklaşanı, küfredeni ve daha nice arızaları su yüzüne çıkaran yaklaşıma sahip uçları bulunabilir. Elhak, olabilir. Derdim Numan'ı temize çıkarmak veya onun aslında ne kadar da iyi bir âlim olduğunu anlatmak falan değil zaten. Hatta Numan bir âlim bile değil ki. Bunu, küçümsemek için söylemiyorum, haddim değil. Kendisini İslamî yaklaşım açısından iyi tanıdığımı düşündüğüm için söylüyorum. Numan, kendi tanımı ile bir âlim değil; bir 'dâî'dir, yani davetçi. Bu tanımı yaparken de alçak gönüllülükten değil, teknik olarak âlim olmayı gerektiren kriterlerin bütününe sahip olmadığını düşündüğü için davetçiyim der. Konumuz âlim, allame, dâî gibi kelimelerin anlamları üzerine olmadığı için bu noktada bu kadarı ile yetineyim. Peki benim bu yazıdaki derdim ne?

Derdim şu: haksız seviyeye çıktığını düşündüğüm bazı eleştirilerin ve ön yargıların bir kısmı hakikatbîn çevrelerden geldiği için bir miktar hüzünlendim. Hayır, Numan'ın gelişini eleştirdikleri için değil. Hüzünlendim çünkü ne Numan'ı biliyorlardı, ne de anlamaya çalışmışlardı. Ama etiketler havada uçuşuyordu: vehhâbî, selefî, İbn Teymiye'ci, Batıcı, hadis inkarcısı, art niyetli emelleri olan bir takiyyeci. Senelerdir Numan'a karşı yapılan eleştirilere alışığım. Adama deccal diyen bile var. Bunlar çok umrumda değil çünkü tahtieci, yani kendi dışındaki anlayışların tümünü batıl gören zihniyet, Numan dahil herhangi birini yerse de övse de arızalı zaten. Ama benzeri eleştirileri takdir ettiğim bazı çevrelerde dolaşırken de duyunca/görünce dayanamayıp yazma orucumu bozmaya karar verdim; biraz da mecbur hissettim. Yeri gelmişken, senelerdir yazmadığımdan, bu denememden acemilik akacak. Buna dayanamayanlar da burada bırakabilir.

Şimdi biraz arkaplan ekleyelim (biraz dediğime aldanmayın). Yetiştiğim çevre itibarı ile 2004'e kadar kendimi seküler, laik, modern ve Atatürkçü çizgideki bir müslüman olarak tanımlayagelmiştim. Fakat üniversite ortamında yoğun ateizm/deizm/agnostisizm/komünizm ve sair izm'lerin tasallutu altında ezilen kalbimin ve okudukları ile firavunlaşmaya başladığını hisseden bir akla karşı koymaya çalışan vicdanımın bir kurtuluş ümidi ihtimaline binaen bir arkadaşımın daveti üzerine bir derse gitmiştim. Girdiğimiz esnada, namaz üzerine yazılmış bir şaheser olan 21. Söz'ün 1. makamının içindeki 3. ikâz okunuyordu. Bilen bilir, orada bir kumandan analojisi var. Resmen çarpıldım ve nur deryasına daldım. O nur, beni çok kısa bir sürede mucize deryası Kur'ân'a rapt etti ve yolculuğum başladı.

Tüm dehşetli sorularıma bir bir cevap buluyorum ve hayatım kökünden değişiyor. 20 senelik seküler hayatımı zevkle çöpe atıp iman dairesine giriyorum. Ama makine de değilim ki. Bir gecede de süpermen olunmuyor hem. Nefis ve şeytan, heva ve heves aldatmaya devam ediyor. Eskiden alışkanlık hâline gelen bazı dehşetli günahlarım yakamı bırakmaya pek de niyetli olmadıklarını gösteriyorlar. Yaklaşık 2-3 senelik bir düşüşün ardından yeter artık deyip toparlamaya çalışıyorum (2009). Toparlama sürecimde de hasbe'l-kader bir sürü yabancı insanla tanışıyorum. Hristiyanı, Müslümanı ve sâire... İçlerinden bir tanesi bana çoğunlukla email ile bazı sorular soruyor. Onun vesilesi ile İngilizce bazı İslâmî videolar izliyorum. Orada yeni bir dünya keşfetmeye başlıyorum. Bu yeni dünyada turlarken bir video beni beynimden vurulmuşa döndürüyor. Hemen paylaşıyorum o arkadaşla (o arkadaş dediğim kişi şu anda müslüman). Beynimden vurulmuşa döndüren kişi de... Evet, tahmin ettiniz, Numan Ali Han. "Yahu ne hikmetli bir adam" deyip art arda videolarını izlemeye başlıyorum.

Dile kolay, tam 7 sene olmuş. O zamanlar, yani 2009'da Numan'ı Türkiye'de -hatta dünyada- pek bilen yok. Daha çok Amerika'da kısmî bir bilinirliği var. Bense çok beğendiğimden video ve ses kayıtlarını indirip neredeyse her gün iş-ev arasında 1-2 saat dinliyorum. İlk farkettiklerim şunlar: dengeli, zeki, konusuna hâkim, Kur'ân ve İslâm aşığı bir insan. Uzmanlık alanı tefsir (müfessir değil). Kur'ân çalışmaları konusunda da o zaman için odak noktası Kur'ân'ın i'câzı. Tam benim konum, çok severim. Bir süre sonra İngilizce bilen arkadaşlara falan da tavsiye etmeye başlıyorum faydalansınlar diye. Hatta o sıralar internette Türkçe çevirileri olmadığından ben başlıyorum çevirmeye ama o projeyi hiç bitiremiyorum.

Yıllar böyle geçip giderken ve ben baya bir Numan dinlemişken farkediyorum ki artık Numan'ın videoları vesilesi ile sadece Kur'ân'ı ve İslâm'ı değil, başka eserleri de, bilhassa Numan ile de kıyasa getiremediğim Üstad'ımın telifi Risale-i Nur'u da daha iyi anlamaya başlıyorum. Hatta Risale-i Nur ile Numan'ın anlattıkları arasındaki inanılmaz paralellik beni zaman zaman şaşırtıyor. Nur derslerinde anlayamadığım bazı konuları Numan'ı dinledikten sonra tekrar dönüp okuduğumda daha iyi anlar oluyorum. Hatta bu benzerlik öyle bir dereceye geliyor ki, 2011'de Numan ile yazışıyorum. Diyorum ki sana kitap göndermek istiyorum, ilgini çekecek bence. Peki, yolla diyor sevgili abim. Ona, İ'câz-ı Kur'ân meselesine düşkünlüğüne binaen 1 adet Arapça, 1 adet de İngilizce İşaratu'l-İ'câz eserleri başta olmak üzere, Bediüzzaman'ın bir kaç eserini yolluyorum. O da Amerika'da alıyor ve teşekkür mektubu yazıyor.

İşte öz olmayan bir özetle İslâm yolculuğum ve Numan Ali Han arasında böyle bir bağlantı var. Şimdi gelelim esas konumuza. Yani bana bu yazıyı yazdıran konuya. Başta da belirttiğim gibi insanların Numan'ı beğenmemesi, haklı veya haksız eleştirmesi büyük bir mesele değil. Ama müdakkikliğinden şüphe etmediğim çevrelerde dolaşan bazı söylemler beni üzdü açıkçası. Ve bu üzgünlük "hakikatbîn zatlar bile Numan'ı anlamıyorlar" üzgünlüğü kesinlikle değil. Âciz ve âtıl kalemim ile ifade edebilecek miyim bilmiyorum ama üzüntümün kaynağı şu: "maalesef, fikirlerine değer verdiğim çevrelerde bile bir fikri veya kişiyi toptancı bir yaklaşımla, tanımadan-etmeden, veya yanlış tanıyarak, kendi kalıpları içinde ciddi bir önyargı ile mahkum edebilenler oluyor". Allah affetsin ben de bu hatalara düşüyorum zaman zaman. Ama ben kendi çapımı bildiğimden garip karşılamıyorum bu arızamı; sadece görünce düzeltmeye çalışıyorum. Mamaafih, hakikatbîn olanlar her hataya düşer de bunu yapması zordur dediğim bir kısım çevrelerde toptancı bir yaklaşımla bir kişi kısmen mahkum edilebildi (bu durumda Numan ama bunun kim olduğunun hiç önemi yok). Her grubu az çok bilirim, ya da fikrim vardır ama kendimi bir nurcu tanımlamam hasebiyle en çok nurcuları bilirim. Dolayısı ile nurcular bunu anlar: Cübbeli Ahmet Hoca, bir programda Risale-i Nur hakkında bazı yavan sözler etmişti de nasıl bir his oluşmuştu bizde (sonradan tashih etmişti kendisi). Hah, işte! Benzeri bir his...

İşte meramım bu. O da ifade edebildiğim kadarıyla. Normalde bu yazıyı burada bitirmem lazım ama son olarak Numan Ali Han'a yönelik işittiğim ve okuduğum ithamları -sadece Türkiye'ye gelişi vesilesiyle dolaşıma girenleri, yoksa hepsini değil- burada dillendirip bazı analizler de yapmaya çalışacağım.

Öncelikle Numan'a veya başka âlim, dâî, müfessir, muhaddis gibi ilim talebesi ve ehillerine yönelik bin bir türlü etiketleme mevcut. Hakikatperest eleştiriden tutun alçakça iftiraya kadar geniş bir yelpazede her türlü anlayış, meşreb ve mesleğe yönelik binlerce reddiye-vâri tutum var. Numan'a karşı da deccal yakıştırmasından tutun, bir hadisi -bence- yanlış yorumladığı bir videoya da şefkatli bir eleştiri tipine kadar herşey var. Ben burada hiçbirine değinmeyeceğim. Bu kadar sevmemize rağmen ben ve eşim de zaman zaman kendisini bazı konularda eleştirebiliyoruz. Ben sadece ve sadece kendisinin Türkiye'ye gelişinde yapılan bazı eleştirilere değinip beraberce anlamamıza vesile olacak bir altyapı oluşturmak istiyorum.

Bahsettiğim daraltılmış eleştiri grubunun en yumuşak olanı "dinimizi Batı'dan alacak değiliz"den başlayıp, Numan'ın vehhâbîliğine, hatta ve hatta birilerinin ajanı olduğuna kadar geniş bir spektrumda uzanıp gidiyor. Ayrıca belli ki kafalar da karışık. Bazı kelimelerse kirlenmiş. Mesela, 2004'ten önce biri bana şeriat dediğinde benim anladığım baskı, zulüm, el kesme, adam öldürme falandı. Komik, değil mi? Evet, dinini öğrenmeye gayretli bir müslüman için (şu anda benim için mesela) bu tanım komik derecede pespaye bir cehaletin göstergesi. Şeriat-ı Muhammediye ve sünnet'i Ahmediye (a.s.m.) bir mümin için, Üstad'ımın tabiri ile, 'bir kale-i metin ve hısn-ı hasîn'dir. "Şeytanın ve onun şerik ve muînleri olan ehl-i dalâletin şerrinden kurtulmanın (yegâne) çaresi"dir. Kirlenmiş başka bir kelimeyi alalım şimdi: selefî. Yalnız bu kelime daha sıkıntılı. Niye? Çünkü şeriat kelimesi ekseriyet itibarı ile İslamî dairenin dışında kirlenmiş bir kelimedir. İslamî dairenin içinde ise temiz ve paktır. 'Selefî' ise İslâmî dairenin içinde kirlidir. Sebebi de çok basit. Hz. Ali'yi şehid eden haricilerin günümüzdeki bayraktarı olan vehhâbîlerin "vehhâbî" sıfatını çoğunlukla reddedip kendilerine selefî demeleri. Yani ne demek istiyorlar? 'Selef'i takip eden. Yani, selef-i salihîn diye tabir ettiğimiz ilk üç nesil başta ve omurga olmak üzere ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in hakiki temsilcileri. Günümüzde bu şekilde takılan vehhâbîler, selefî değil bildiğin vehhâbîdir. İlla selef kelimesini kullanacaklarsa, onlar olsa olsa neo-selefîdir. Ancak şöyle ince bir nokta var: yine Bediüzzaman vehhâbî meselesine değinirken mükemmel analizlerini noktalama sadedinde şöyle der:

"Fakat Vehhâbilerin seyyiât ve tahribâtlarıyla beraber, medâr-ı şükran bir cihetleri var ki, o çok mühimdir. Belki onların tahripkârâne olan seyyiâtlarına mukabil o cihettir ki, onları şimdilik muvaffak ediyor. O cihet de şudur ki: Namaza çok dikkat ediyorlar. Şeriatın ahkâmına tatbik-i harekete çalışıyorlar. Başkaları gibi lâkaytlık etmiyorlar. Güyâ dinin taassubu nâmına tecâvüz ediyorlar. Başkaları gibi dinin ehemmiyetsizliğine binâen şeâir-i diniyeyi tahrip etmiyorlar. Hem, Vehhâbilik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâmın havz-ı kebîri içinde ya erir, ya itidâle gelir; çünkü menbâı hâriçte değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın. Menbâı hariçte olsaydı, çok düşündürecekti..."

Müthiş bir analiz. Özellikle son kısmına dikkat çekmek istiyorum: "Hem, Vehhâbilik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâmın havz-ı kebîri içinde ya erir, ya itidâle gelir". Bu minvalden bakınca, Bediüzzaman'ın bu öngörüsüne takke çıkartmamak mümkün değil. Batı'daki İslâmî hareketleri yakından takip edenler veya içinde bulunanlar eğer bir adım geriye çekilip büyük resme bakarlarsa farkederler ki Batı'da İslam'ın yayılması ciddi oranda neo-selefî unsurlar barındırır. Kimisi bunun, Suudîlerin petrol parasının çokluğu ile yayılmalarına, kimileri ise başka başka bazı nedenlere bağlarlar. Ben çok yönlü bir sebepler ağına bağlıyorum ama sebepleri konumuz açısından önemli değil; bu bir vakıa. Yalnız bu neo-selefî damar (bakın vehhâbî demiyorum), ciddi oranda fikirlerin çarpışması, şefkatin evrenselliği, Batı'ya angaje olmanın dayanılmaz ağırlığı gibi sebepleri de arkasına alarak yumuşamaya meyletmektedir. Yani, Bediüzzaman'ın tabiri ile "âlem-i İslâmın havz-ı kebîri içinde erimekte ve itidâle gelmekte"dirler.

Tekrar selefî kelimesine dönersek aslında hakiki manası ile bakıldığında hepimiz selefîyiz. İlk okuyuşta çok ağır geldiğinin farkındayım ve yanılıyor da olabilirim ama izin verin açıklayayım. Selefî demek ilk nesillerin sahih ehl-i sünnet anlayışını takip etmek demek. Birilerinin bu iddiayı meşhur âlim İbn Teymiye üzerinden gasp ediyor olması gerçekten onların selefî olduğu anlamına gelmez. İtikadî olarak da Eş'arî ve Maturidî çizgi (veya diğer hak itikadî mezhepler) aslında özü itibarı ile selefî çizgi ile çatışma halinde değildir. Sadece, arada bir soyutlama katmanı (abstraction layer) vardır. Mesela, meşhur müteşabih ayetlere yaklaşım mevzusunu ele alalım. Hatta eğlenceli olsun diye en çok hit yapanı kullanalım: arşa istiva meselesi. Şöyle özetleyebiliriz sanırım:
- Selefî: Bu ayet ile Allah ne kasdetmiş ise haktır. Ve kasdı ne ise mana da odur. Bununla ne murat edildiğini en iyi bilen Allah’tır. Biz yorum yapamayız.
- Neo-selefi veya vehhabî: Allah ne kasdetmişse odur. Dolayısıyla, bu ayetle kastedilen zahirî manadır
- Ana akım itikadî yaklaşım (eş'ârî, maturidî gibi): Selefin dediği gibi Allah bu ayetle ne kastetmişse haktır ve hakiki mana odur. Ancak dilin kullanımı ve Kur'ân ve sünnetin bütünlüğü içinde bakıldığında şöyle bir mana verebiliriz. Bununla birlikte şunun gibi bir mana da verilebilir, ila ahir. En sonunda da Allahu âlem deriz.

Selefî, vehhâbî gibi kavramlar için açtığımız parantezi burada kapatıp kaldığımız yerden devam edelim ve doğrudan soralım: Numan selefî mi? Yukarıdaki tanım içinde evet. Fakat bizim gibi salt selefî tanımına sığmıyor; daha ziyade ehl-i sünnet itikadî yaklaşımlarına giren türden. Vehhâbî mi? Yukarıdaki tanım içinde hayır. Vehhâbî damarda marazî bir unsur olan tahtiecilik; yani mesleğim hak mesleklerden biridir ve güzeldir demek olan hakperest yaklaşıma zıt bir şekilde hak yalnız benim mesleğimdir ve diğerleri batıldır demeye gelen yaklaşım, Numan'ın en sevmediği hastalıklardan biridir. Üstad'ımın tabiri ile "Tahtîeci, hubb-u nefisten neş'et eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür". Yani Numan bariz musavvibedir**.

O zaman kendime itiraz edeyim bari. "Ama Numan yeri geldikçe İbn Teymiye'den sitayişle bahsediyor". Evet doğru. Öyleyse ne olmuş? Onun itikad anlayışında eleştirilen noktaları mı empoze etmeye çalışıyor? Hayır. Aynı Numan yeri gelince Fahrüddin er-Razi'yi de, mutezile itikadındaki Zemahşeri'yi de övgü ile anlatıyor. Herhangi birisinin arızalı yönü varsa onların da farkında. Sadece, her birini ve daha nicesini bizim değerlerimiz olarak görüp olumlu katkılarından faydalanıyor ve bu faydayı yayıyor.

O zaman başka bir itirazla devam edelim. Numan'ın internette dolaşan ve Numan karşıtları tarafından hazırlanan bir kaç derleme videosunda çok sıkıntılı durumlar gözlemliyoruz. Mesela diyor ki "8 rekat mı 20 rekat mı diye tartışıyorlar. Bunun hiç önemi yok ki". Veya diyor ki "şefaatten bahsetmenin ne lüzumu var. Sen ne şefaatinden bahsediyorsun" ila ahir... Emin olun o videolardan bazılarını zamanında izlemiştim. Bu vesile ile dün başka bir tanesini daha izledim. Cevabım şu: bu videoları hazırlayanlar nasıl hastalıklı bir ruh hâli içindeler tahmin edemiyorum. Kıskançlık mı veyahut meşreb ve meslek cihetiyle gelen bir düşmanlık mı bilemem ama bu videolar aşağının aşağısı idi. Yine tekrarlıyorum, Numan karşıtı oldukları için değil. Kullandıkları metot, Batı medyasının ve maalesef ülkemizdeki medyanın da kullandığı bir taktik. İngilizce'de "pick-and-choose" diyorlar. Yani oradan kırp, buradan kırp, al sana haber misali. Eklektik, arızalı bir yaklaşım. Yalan yok, Numan bunların hepsini söylüyor ama hangi bağlamda?

Sadece bir tanesine örnek vereyim: "8 rekat mı 20 rekat mı diye tartışıyorlar. Bunun hiç önemi yok ki. Adam namaz kılmıyor, içki içiyor, zina çukuruna düşmüş. Sense ona 8 mi 20 mi diye hutbe veriyorsun." Yani diyor ki, önceliklerimiz noktasında ciddi hatalarımız var ve bu bize ciddi zarar veriyor. İçinde gençliğinin imanının yandığını gören Bediüzaman gibi feryad ediyor. Yoksa asla "8 veya 20 olması önemli değil", "sünnet önemli değil" gibi şeyleri Numan'dan duyamazsınız. Geçenlerde kendisine "senin hitabet yeteneğin iyi, al, konferanslarında şu akide kitabını öğret" diyen bir kadına "ben Kur'ân'ı çalışıyor ve anlatıyorum, yetmez mi?" deyiverdi de, neo-selefîlerin hücumuna uğradı zavallı. Tekfir eden mi dersin, takiyye ile suçlayan mı dersin, baya bir hedef tahtasına oturttular. Hele bir de sünnet düşmanlığı ile suçlayanlar var ki; güler misin, ağlar mısın?

Bir noktayı azıcık daha açayım. Kısmen bahsettiğim gibi neo-selefi damar Batı'daki İslamî anlayışlar içinde kendine önemli bir alan elde etmiş durumda. Dolayısıyla Numan'ın içinde bulunduğu çevrenin bundan hâli olması ve Numan'ın bundan etkilenmemesi mümkün değil. Ancak o anlayış tarzı değişik sebeplerle kısmen itidal bulduğundan ve Numan, kişiliği açısından o anlayış tarzındaki arızalara görebildiğim kadarıyla kapalı bulunduğundan kesinlikle çok dengeli yaklaşımı olan bir kişi.

Diyebilirsiniz ki, tamam da canım ne gerek var ta Amerika'lardan adamı getirtip burada konferans verdirmeye? Bizim âlimlerimiz mi tükendi? Hem o Amerika'daki hayatıyla bizim buradaki İslamî hayatımıza ne katkı sağlayacak? Allame-i cihan da olsa ne gerek var? Evet, böyle bir zorunluluk yok ve Numan allame-i cihan da değil. Ama her ürünün bir alıcısı oluyor. Ehl-i hak olan türlü türlü tarikatlar, cemaatler, dini anlayışlar ve gruplar var. Her birinin cazip yönleri, farklı kesimlere hitabı ve faydası var. Sana hayatının dersi gibi gelen şey başkasına uyku veriyor veya tam tersi. Numan'ın kız kardeşi onun derslerinde en iyi uykusunu uyurmuş mesela. Bu bağlamda, Numan abimizin de Allah ziyade etsin, çok iyi bir hitabet yeteneği var. Hepimiz gibi eleştirilebilir yönleri olmasına rağmen görebildiğimiz kadarıyla marazî bir durumu da yok. E, alıcısı da çok. Bırakınız gelsin. Birliğe destek olalım. Hatta sert gelecek belki ama şöyle bir iddiada bulunayım: Numan dahil ama onunla sınırlı olmamak üzere, bizim, Batı'da oluşan İslamî anlayıştan da öğreneceğimiz çok şey, alacağımız çok hisseler, dersler ve hikmetler var. Numan bunlardan sadece bir tanesi. Ayrıca Türkiye'ye de aslî olarak 15 Temmuz hatırına desteğini göstermek amaçlı geliyor; yoksa bizatihî ders vermeye değil.

Hasıl-ı kelam, bir şey veya kişi konusunda kelam etmeden evvel tarafsız bir gözle ve yeterli bir bilgi ve birikimle konuşalım. Yoksa ne eleştirelim, ne övelim. Evet, bilhassa Batı'dan gelen anlayışlara karşı -İslâmî elbiseyle bile gelse- temkinli olalım. Ama adil olalım, hakperest olalım, hakikatbîn olalım, birleştirici olalım, merhametli olalım, ölçülü olalım, vesselam... Bu vesile ile bu yazıda bahsettiğim bu standartları tutturamamışsam, tüm okuyuculardan özrü bir borç bilirim. Kasdım doğrudan kimseye yönelik değil; bilakis, başta kendim olmak üzere, zihinlerimizde filizlenme imkânı olan toptancılık arızasına karşı teyakkuz halinde olma isteğidir.


* Resmiyette adı Nouman Ali Khan şeklinde kayıtlıdır.
** "Dört mezhep de haktır. Füruatta hak taaddüd eder"; diyenlere ilm-i usul ıstılahınca Musavvibe denir.